Blog Arşivi
13 Ocak 2008 Pazar
BİR TANEM
Ne soğuk rüzgarlar üşütür bedenini
Ne kızgın güneş yakar tenini
Aradan geçse de yıllar
Takvimlerden dökülse de yapraklar
Umutla hep dönmeni bekleyeceğim
Bir gün geri döndüğünde
Merhaba bir tanem diyeceğim
Unutsan da sen beni
Hiç unutmayacağım ben seni
Çünkü sen,
Kimsenin ulaşamadığı,
Kimsenin varamadığı bir yerde
Yüreğimdesin .
YÜREĞİMİ KAPIDA BIRAKTIM
Özlenen umutlarım, sahile vuran hasretlerim
Bir de köşede bekleyen ölüm, üçünü ayıramadım.
Ceplerimde bir kaç resmin cüzdan arasında durur,
Birde avuçlarımda şiirlerin kaldı senden geriye,
Diyorum ki; Işığım olsan, güneşin yerine,
Bir kez çıksan karşıma, görünsen bana diyorum
Aşkın yüreğimde yaşayacak,
Sevmelerin yitik olduğunu bile bile
Belki de son kez, konuşuyorum
Gözyaşlarımı derelere bıraktım,bitiyorum..
Sahillerindeyim, kumlarınla savur cihana,
Çokça hüzün kaldı senden geriye.
Bırakılmış kuşlar gibi ağladım yüreğime,
Artık yaşayamam sensizlik zor,
Adını bağıramam ... diye,
Bir ben kaldım zemheri ayazında yüreksiz.
Ben mutsuz sen umutsuz biliyorum..
Yüreğimi kapıda bıraktım, al senin olsun,
Ne senden öncesi aklımda, ne senden sonrası,
Duramam vakit geldi artık,
Ecelin koynuna girdim, ölüyorum.
Mevlana mı alır seni yanına, melekler mi,
Bensiz var mı sokakların ? Bilemem.
Bu aşk bedensel değil, buralarda kalamam,
Gelirsen bir gün ruhunla, yanıma,
Seni bekleyen bir filizlenmiş fidan bulacaksın.
BİR UMUT SOKAĞI ANATOMİSİ
Akşamdan kalma bir uyuşukluk içindeydi sokak. Gün ağarmaya yüz tutmuşken, henüz
gecenin o gizli sarhoşluğunun etkisinde, sessizliğine gömülmüş, kendini uyandıracak ilk
kıpırtıları bekliyordu… Havada ince bir sis vardı. Ortalık bu sisin gizemli etkisinde hâlâ
uyumaktaydı.
Sokak, gece yarısı yağan yağmurun ıslaklığı altında titremekteydi sanki… Sokağa
baştan aşağı döşenmiş taş kalıplar arasına sızmış sular, günün ilk boz aydınlığı altında
kıvılcımlar saçarak titreşiyordu.
Hafiften kıpırtılar vardı bildik… Artık o kıpırtılar sokağı uyandırmaya yetmiyordu…
Sabahın bu ilk boz doğurganlığı içinde bu küçük kıpırtılar, etkisiz kalıyordu… Kaldırımın
kıyısındaki çöp tenekesinin çevresinde dolaşıp duran ve hâlâ yanmakta olan sokak lambasının
altında, bölgesi evlerin duvarlarında kayarak dolaşan uyuşuk kedinin; ya da gece yarısı
şiddetlenip, sabaha doğru ağırlaşan ve sadece yol kenarındaki çoğu seyrek yapraklı, çelimsiz,
sıska ağaçlara çarparak, yerdeki kurumuş yaprakları sürükleyen rüzgârın ve sabaha akan
saatlerde, arada bir vakitsizce öten horozun ne denli uyandırıcı bir etkisi olabilirdi ki… Dar,
uzun bir şerit halinde uzanan sokağın bitiş kısmındaki geniş yol üzerinden gece yarısı arada
bir geçen arabaların gürültüleri de bu sokağın dışında bir hareketlilikti. Sokağın diğer
ucundaki bakımsız, ahşap, saçağından sabaha doğru yağan yağmur sularının tek tük damladığı
ve çatı köşelerinde kırlangıç çığlıklarının yumaklaştığı kuş yuvalarıyla yalnız ve karanlık
istasyondan, demir yoluna bakan trenlerin geçişleri de alışıldık görüntüler olmuştu buradaki
insanlar için. Bu nedenle alışıldık, bildik şeylerin monotonluğu içinden kendilerini sıyırıp
alamayan bu insanları ile bu dar, taş döşemeli sokak, bütünüyle sıradanlığı simgeliyordu
sanki. Burası bu şehirdeki birçok sokaktan sadece biriydi ve kendi haline öylece, dünden
bugünü, bugünden yarını kucaklıyordu. Ufak değişimlerin dışında her şey zamanın yıpratıcı
etkisine terkedilmişti… Biri evinin kapısını boyasa, hemen fark edilir ya da fırının yanındaki
iki katlı binanın penceresinden bir çiçek eksilse, hemen göze batardı. Çünkü insanlar
değişimden uzaktaydılar.
Henüz gece kepenklerini açmamıştı sabaha. Geceki sessizlik hâlâ sürüyordu
Uyanışı ilk başlatan şey sokağın sonundaki yeşil boyalı, küçük bir minaresi olan ve demir
yoluna bakan camiden yükselen ezan sesi olurdu. Geceki sessizlik ruhsal bir uyanışa döner ve
kıpırtısız, cansız duran sokağı birden insanlara mâl ederdi… Işıklar yanardı çok geçmeden…
Ezan sesinden sonra, kıpırtılar olurdu evlerin içinde, duyulmazdı… Ve sonra yanan ışıklar, art
arda yeniden sönerdi…
Boz aydınlık, yerini ağır ağır günün beyazlığına bırakıyordu! Ve evlerin gece
karanlığına gömülmüş biçimsel çizgilerini çıkararak serpiliverdi şehrin üzerine gün… Güneş
doğmaktaydı.
İstasyonun gerisinde uzun, yüksek bir duvar, geniş bir yol ile istasyonu birbirinden
ayırıyordu. Burayı, yolun o hızlı, hareketli havasından koparıyordu. Güneş, ilk bu duvarın üst
kısmından salınarak beliriverdi, ışığını salıverdi sokağa… Çok geçmeden ortalık çıplaklığını
göz önüne serdi ve güneşe açtı üzerini!
Sokağın her iki yanında, bir insanın geçebileceği kadar dar bir kaldırım vardı! Çoğu
zaman çocukların işlerini-güçlerini bitirdikten sonra ellerine el işi alıp sokağa çıkan kadınların
uğrak yeriydi bu kaldırımlar… Çoğu tek katlı, boz renkte, küçük pencereli gecekondu evleri,
küçük yaşamsal öğeleri içeriyordu sanki. Arada beton birkaç bina vardı ki, bunlar zoraki
üslupla yapılmış, kalıplaşmış beton binalardı. Evlerin çoğu birbirine benziyordu, tıpkı şu anda
kapı tıkırtıları ile kendilerini sokağa salıveren insanlar gibi…
Güneş henüz yeni doğmuşken, cami bitişiğindeki fırının önünde, o taze aydınlıkta iki-üç
kişi bekleşirdi. Uykulu, donuk, uyuşuk tavırlarla, sabahın serinliğinde selamlaşıp,
esneyerek, ağırdan bir-iki çift laf ederlerdi. Sonra yine suskunluk karışırdı bekleyişlerine! Her
gün fırının önünde iki-üç kişi bekleşirdi, kepenkleri açılana dek. Fırının kepenkleri her sabah
büyük bir gürültüyle açılırdı… Birden ortalık kalabalıklaşır, fırının önünde aynı sersemlikte
esneyen, uyuşuk insanlar doluşurdu. Kısa bir zaman sonra o sabahın pişen ilk taze ekmeğinin
kokusu yayılırdı sokağa… İnsanlar, o kokudan sonra uyanırlardı…
O sokakta hayat, ekmek kokusu duymadan başlamazdı sanki… Bir de ekmek
yemeden insanlar yüreklerini, gözlerini açamazlardı yeni güne..
Evlerden fırına, fırından evlere gidiş-gelişler olurdu. Kimisi pijamalı, kimisi ayağında
terlik sürüyerek, kimisi sabahın titreten serinliğinde kesik kesik öksürerek, kimisi de henüz
daha yüzünü yıkamamış, alelacele giyindiği hırka ile çıkmıştır dışarı. Kısa bir süre sonra,
küçük pencereleri evlerin birkaçından, sabahın ilk radyo programının inceden sesi duyulurdu.
Bağrışmalar, telaşlı telaşlı dolaşmalar olurdu evlerde… Çok geçmeden evlerin kapıları açılır
ve dışarı az önceki uyuşuk insanlardan farklı; dinç, heyecanlı, umutlu insancıklar çıkardı.
Telaşlı, hızlı adımlarla sokağın köşesinde kaybolur giderlerdi. Tâ ki, akşamın ağırlığının
çöktüğü o yorgun saatlerde, köşedeki otobüs durağında, mavi boyalı servis arabaları belirene
dek silinirlerdi sokaktan…
Günün ilk ışıklarıyla oynaşan hep çocuklar olurdu. Hep çocuklar olurdu o sokakta taş
döşemeler üzerinde koşturup duran. Sokakta, hayatın devamını onlar sağlardı. Kıpır kıpırdılar,
hareketliydiler hiç durmaksızın. Sokağın hayatı, umudu onlardı.
Günün son ışıklarını yakalayanlar da çocuklar olurdu. Oyunlarını gün iyiden iyiye
geceye teslim olmadan bırakmazlardı. Ve sonra teker teker koparlardı sokaktan… Ortalığı
sessizliğe boğan da yine onlar olurlardı… Sokak bu yüzden, geceki hiçbir ufak kıpırtıdan
etkilenmezdi. Fırının önünden yayılan ekmek kokusunu ve sokağın üstünde tepinerek ona
varlığını anlatan çocukları bekler gibi, umut içinde güneşten yedi renk dilenirdi. Sabaha kadar
sürerdi bu dilencilik…
Hep aynı yüzler, aynı tekrarlanışlar vardı sokakta! Farklılık yoktu. Sabah gidişler,
akşamlar gelişler ile tekrarlanan kalabalıklar, alışkanlıktan öte gitmeyen olaylardı sanki…
Özellikle dar gelirli insanların uğrak yeri olan istasyondan, belirli saatlerde sokağa yayılan
kalabalılar da, yabancı suratlarıyla geçip giderlerdi, sadece ayak sesleri kalırdı kulaklarda.
Yalnızca çocukların canlılığı vardı her günkü sıradanlığın dışında. Çünkü onlar, her gün
büyüyen umutların beklentileriyle çıkıyorlardı sokağa! Her biri, birer yarınıydı bugünün. Her
biri bir gün daha büyüyordu, yüklendikleri umutla, umut sokağında…
Elmas GÜLTEKİN
Coğrafya Öğretmeni